1 Aralık 2014 Pazartesi

ONBEŞ



Sevgili dostum Ali, ON isimli yazımı okumasının ardından bana bir gerçeği hatırlattı: Şişli Terakki'ye başlayalı tam ONBEŞ yıl olmuştu!

Bunun üzerine bir deneme de Şişli Terakki şerefine yazacağıma söz verdim ve düşünmeye başladım. 15 yıl öncesinden bu güne, neler anlatabilirdim?

Şişli Terakki'de geçirdiğim 5 sene, tam tamına çocukluğumun ve ergenliğimin başlarına denk geliyor. 9 yaşında girip 14 yaşında çıkmak demek.

Bu öyle bir 5 yıl ki, son 15 yıllık hayatımda aklımın ermeye başlamasına rağmen, en az tasayla geçirdiğim 5 yıl anlamına geliyor. Daha LGS yok, ÖSS yok, ALES yok, TOEFL yok, vizeler finaller yok, iş bulma derdi yok.

En büyük dertlerimiz: En iyi arkadaş edinmek, en iyi arkadaşınla yeni oyunlar oynamak, teneffüslerde top oynamak. Bir de kız arkadaşın olsa ne ala!

Tabii o yaşların şartlarına göre hayat yine çok zordu: Matematik her dönem daha da zorlaşıyor, İngilizce dili tam anlamıyla hayatımıza giriyor, öte yandan Beden Eğitimi ve Müzik dersleri de herkes için öyle olmasa da en azından beni biraz zorluyordu.

Arkadaşlık ilişkileri de kolay sanılmasın, çatışma yaşanan en fena yaşlar! Her hafta ayrı küslükler ayrı barışmalar yaşanıyor, ittifaklar kuruluyor bozuluyor, dostlar birbirine giriyor ve hatta çeşitli kumpaslar kuruluyordu. İşin ilginci şuydu ki, hayatımızın en büyük amacı buydu gerçekten. Nasıl anlatsam, şu an ülkemizde olup bitenlerle, iş / okul hayatımızdaki günlük koşturmacalarımızla nasıl ilgileniyorsak ve hayatımızın merkezini nasıl teşkil ediyorlarsa, arkadaşlık ilişkileri de o zaman bizim için oydu.

Yine de bir gerçek vardı ki, başka hiçbir şey umrumuzda değildi! Lisede biraz daha olup bitenle ilgilenmeye, hayatı düşünmeye ve meslek seçimi konusunda endişelenmeye başlamıştık. İlkokul ve ortaokulda bu yoktu, gerçekten özgürdük! Kendi yarattığımız hayal dünyasında özgürdük, ve özgürlüğümüzü teneffüslerde doyasıya yaşıyorduk. Ne meslek, ne geçim derdi, ne politika. Sadece arkadaşlık ve oynadığımız oyunlar.

Yazımın bundan sonrasını yazımı okurlarsa o günlere geri dönmelerini sağlamak amacıyla iki bölüm halinde yazıyorum, ve sevgili Şişli Terakki'li dostlarıma adıyorum. Olayları anlatırken mümkün olduğunda kişi ismi vermedim çünkü o kadar çok kişiyle o kadar fazla anım var ki, hepsini anlatmaya kalksam buraya sığmaz. Bir tanesi bile eksik kalırsa yazmayı unuttuğum arkadaşıma ayıp olur. Umarım hepiniz şu anki hayatlarınızda çok mutlusunuzdur ve Şişli Terakki anılarımızı hafızanızda yaşatmaya devam ediyorsunuzdur!

İlkokul

4. sınıfta girdiğim ilkokulu 4H ve 5H sınıflarında tamamladım. Sınıfımız Şişli Terakki'ye benim gibi 4. sınıfta dahil olan arkadaşlarımdan oluşuyordu.

Ortaokul binası Etiler kampüsünün bizim binadan biraz üst tarafta bulunuyordu. Bizim binadan ortaokul binasına bakıp, mesleğinde yükselmek için diğer binaya geçmek isteyen bir çalışan gibi seyrettiğimi hatırlarım.

Özellikle 4. ve 5. sınıflarda yaşadığımız Pokemon furyasından bahsetmemek olmaz. İlk başlarda Pokemon kartımız yoktu, sadece tasolarımız ve yazıcıyla çıktı aldığımız Pokemon bilgi kağıtları vardı. Her kağıtta bir Pokemon ve açıklaması bulunurdu. O dönem israf ettiğimiz kağıt ve mürekkep miktarını tahmin bile edemezsiniz :D Yine de bizim için çok önemli ve kutsal kağıtlardı.

Hiçbir yerde bulunmayan Pokemon kartlarını, sonunda babama internetten sipariş verdirmeyi başardığımda ne mutlu olmuştum! Şu an Pokemon kartlarını satın aldığımız şirkette çalışıyor olmak bana ayrı bir mutluluk veriyor doğrusu. Çünkü çalıştığım şirketle çocukluğum arasında bir bağ kurmuş olmak beni işime daha çok bağlıyor.

Yemekhanede toplu yenilen yemekleri de es geçmemek gerek. Her sınıf öğretmeni sınıfının başında, toplu halde yemek yerdik. Öğretmenimizden ne kadar uzak oturuyorsak, o derece özgür hissederdik. İstediğimiz gibi yemek yer, yemez veya ortalığı dağıtırdık. Sayısız kere elmalı - karabiberli - sulu çorba karışımları yapıldığına şahit oldum :D

İngilizce dersleri hepimizi zorlasa da, Ayşenur öğretmenimizle yaptığımız dersler bizim için bir zevkti. Özellikle bize dinlettiği Beatles şarkılarıyla çok eğleniyorduk. Bir de şimdi adını unuttuğum bir çizgi film dizisi izlerdik ki, o da müthişti.

Not: Ayşenur öğretmenim çizgi filmin adını söyledi, ben de ekliyorum: Wallace & Gromit



Sınıf öğretmenimiz Neşe hocayı da çok seviyorduk, kendisi bize çok iyi davranırdı. Başka bir sınıfın sınıf öğretmenini gördükçe de halimize şükrederdik. Bu arada hoca dediğime bakmayın, ilkokulda ilk cümlemizin başı her zaman "öğretmenim!" idi.

İlkokulda oku - anlat ödevleri olurdu. Amaç önceki akşam evde okuduğun bir konuyu, sınıfta ezberden anlatmaktı. Hayatımın ilk büyük acılarını orada çektim. Okuduğum şeyler kafama girmiyor, uçup gidiyordu!

Bunların dışında 19 mayıs festivalleri de muhteşemdi. Ortaokulda da devam eden bu festivallerde, oyunlardan etkinliklere, yarışmalardan konserlere coşardık. Kendimizi okulun tek sahibi gibi hissederdik, çünkü dersler yoktu!

Ortaokul

Ortaokul yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Öncelikle, "öğretmenim" kelimesi yerini "hocam" kelimesine birdenbire bırakıverdi!

Lise - üniversite ayarında daha özgür bir hayat bizim için başlamıştı. Tiyatro, kompozisyon gibi çeşitli projeler yapma imkanımız oldu. İzcilik Kulübü ile 2-3 kere çeşitli gezilere katıldım, bu benim için bir ilkti. Müdür yardımcımız Suphi hoca ile tanıştım, onu öyle severdik ki! Bize ikinci bir baba gibiydi.

Ortaokul yemekhanesi de daha açık bir ortam haline gelmişti. İsteyen istediği masada yiyebiliyordu. Tepsiyi düşürüp tabakları kırdıysanız yandınız! Bütün yemekhane alkış sesleriyle inliyordu. Törenlerde mutlaka İstiklal Marşı'ndan önce Terakki Marşı okunuyordu. Ortalık "Terakki yoludur ilk hedefimissss" sesleriyle çınlıyordu.

Kız - erkek ilişkileri hayatımızda daha fazla yer kaplamaya başlamıştı. Bir dostumla sürekli "Ne olacak halimiz? Kızları anlamak çok zor!" diye dertleştiğimizi hatırlarım.

Başka bir dostumla ise hafta sonları Beşiktaş Valideçeşme'de buluşur, sahile inerdik. McDonalds'da bir şeyler yiyip dertleşir, sonra evlerimize dağılırdık. Bu benim için müthiş bir olaydı çünkü ilk defa kendi başıma evden çıkmaya başlamıştım.

Ortaokula geçmek demek, sınıfların karışması ve yepyeni arkadaşlarla tanışmamız anlamına geliyordu. Bu da yepyeni arkadaşlıkları ve "eski dost" kavramını doğuruyordu. Öyle ya, ilkokul biteli birkaç yıl olmuştu ve o zamandan tanıdıklarımız sözümona "eski" dost halini almıştı :D

O yıllar İstanbul'da şiddetli kar yağışlarının yaşandığı son yıllardı. Bunu nereden bilebilirdik? Yine de o yılların tadını doyasıya çıkardık. Kartopu meydan savaşları, bizim için müthiş bir zevkti. Teneffüs olur olmaz dışarı atlıyorduk. Hele öğle araları daha uzun olduğu için, müthiş kartopu savaşları yaşanıyordu. Bazı muzur arkadaşlarımız sınıfa kartopuyla çıkıp baskınlar yapmayı da ihmal etmiyordu.

Ek olarak aklıma gelen masa tenisi oyunlarımız ve envai çeşit futbol oyunlarımız var. Her katta bir masa tenisi masası bulunuyordu ve teneffüs olur olmaz masayı kapmak gerekiyordu. Masa kapmak için öğle yemeğini yemekhane yerine kantinden yiyenler bile vardı. Herkesin bir masa tenisi raketi olurdu ve herkes en iyi raketi edinmeye çalışırdı. Defansif, ofansif ağırlıklı raketler ve masa tenisi topları hakkında konuşur dururduk. Topları çatlatana kadar kıran kırana maçlar yapardık. Ayrıca her boyut ve çeşitte futbol toplarıyla kendimizi dışarı atar, en kısa teneffüste bile ya maç yapar ya 9 aylık oynardık.

Bir de ortaokulun ilk yılındaki 2002 dünya kupası maçlarını, okulun tiyatro salonunda bütün arkadaşlarla birlikte izleyişimizi unutamam. Üst sıradan alt sıraya, sağdan sola nasıl tezahüratlar yapmıştık. Sesimiz kısılana kadar bağırdığımız o maçlarda, tribünden fazla ses yaptığımızı tahmin ediyorum. O küçük yaşımızda maç akşam saatlerde olsa kimse arkadaşıyla buluşup maçı izleyemeyeceği için, yaşadığımız o anılar benim için olağanüstü gelmişti.

Daha neler neler vardır fakat aklıma gelenler bunlar oldu. Yazımı Ayşenur öğretmenimizin bize dinlettiği Beatles - Love Me Do ile tamamlıyorum!




2009 yılında kaybettiğimiz sevgili dostum Erkin Aslantürk'ü de bu yazı aracılığıyla özlemle anıyorum. Keşke gitmeseydin Erkin.


Bıktım.




Lisans biteli 1 buçuk yıl oldu neredeyse. Bu geçen süre içinde lisansta öğrendiğim şeylerin 10 katını öğrendim. O kadar çok deneyim edindim ki, önceki aydan bu aya baktığımda bile vay be diyorum. Bu gelişimde edindiğim katkının büyük çoğunluğu çalıştığım işyeri sayesinde oldu.

Okul. Yüksek Lisans. İkinci öğretim.

Okulun da tabii ki bana kattığı şeyler oldu, olacaktır. Fakat özellikle geçtiğimiz hafta feciydi. Hafta içi 48 saatte toplam 7 saat uyuyup hem işe gittiğim, hem de derse + sınava gittiğim oldu. O günlerde algım kapalı bir biçimde yaşadım resmen. Kendimi bön bön ağzım yarı açık bir şekilde önümdeki ekrana, kitaba, deftere bakarken buldum.

Sevgili hocalarımız sanki bir işte çalıştığımızı bilmiyormuş gibi bizi yetiştiremeyeceğimiz sorumluluklarla donatmakla kalmayıp, yeteri kadar bilgi vermeden her şeyi halletmemizi istiyorlar. "Al bunu, araştır ve yap. Bir şekilde yap."

Lisanstan sonra Yüksek Lisans'ta yine akademik kafayla karşı karşıyayım. Şimdi durum daha trajikomik çünkü bu sefer iş hayatına yönelik diye girdiğim bir bölümdeyim. Eski bölümümün böyle bir iddiası yoktu en azından.

Sonuçta, bıktım.

Kıçını yırtıp, sıfırdan bir konu hakkında bir şeyler anlamaya çalışıp sallama ödevler vermekten bıktım.

Uykusuz uykusuz işe gidip iş performansımın da düşmesinden bıktım.

Ailemi arkadaşlarımı ihmal etmekten bıktım.

Kendime vakit ayıramamaktan, boş zamanlarımda en büyük mutluluğumun ve hobimin hiçbir şey yapmadan oturmak ve bunun tadını çıkarmak haline gelmesinden bıktım.

En önemlisi de, hayatın bir vitrin gibi önümden geçmesinden bıktım. Vitrinde sürekli değişiklikler oluyor, fakat ben sadece sokaktan seyredebiliyorum. Çünkü içeri girmeye vaktim yok.

Saat 02:23, yine bir ton ödevim var. Öte yandan yarın sabah işe gideceğim. Artık elim ödeve de gitmiyor. Yatıyorum ve aşağıdaki anlamlı şarkıyla yazıma son veriyorum.

marooned - dünya ile ilişkisini kesmiş




27 Ekim 2014 Pazartesi

ON




10 yıl.

Dile kolay.

Liseye gireli tam 10 yıl olmuş.

Mor ve Ötesi, Dünya Yalan Söylüyor albümünü yayımlayalı geçmiş tam on yıl.

Okula girmek için yaptığım LGS çalışmaları dün gibi aklımda. Yaşadıklarım,  hayaller, korkular, umutlar.

2004 yılının Nisan ayına kadar aldığım puanlar yerlerde sürünüyordu. Herhalde benden bu gidişle adam olmayacaktı. Bu gidişle ya düz liseye giderdim ya da özel okula. Fakat ben böyle olsun istemiyordum, neden güzel bir liseye hak ederek giremezdim ki? Benim buna hakkım yok muydu?

Böyle böyle çalışarak notlarım yükseldi ve 2004 yazında sıcak bir öğle vakti evde annemle otururken, sınav puanım açıklandı. 888,887 puan yapmıştım, istesem böyle bir puan alamazdım sanırım. Annem inanmadı, babama telefonda sordu: "Emin misin, ismi kontrol ettin mi?"

Babam cevap verdi: "Baba adı benim ve başka Esen isimli baba olmadığına göre?".

Yine de kolay olmadı Kadıköy Anadolu Lisesi'ne girişim. Asilden kazanamamıştım çünkü. Olsun, denemeye devam dedik ve 1. yedekten girmeyi başardım.

Lisede ilk günüm de hala dün gibi aklımda. Yeni girenler olarak giriş tarafında toplanmış, sıraya dizilmiştik. Üst dönemler tören alanında bizi beklemişti ve sanki Hogwarts'a kabul ediliyormuşuz gibi bir geçit töreniyle, alkışlar ıslıklar ve üst dönemlerin şamatasıyla alana giriş yapmıştık. Doğaç ve ben en öndeki grubun en önünü çekiyorduk ve kimse bizi yönlendirmediği için, Nermin hoca tutup bizi döndürmese Çamlık'a kadar gidecektik. Sonrasında, okula 1. giren Umut'un efsanevi konuşmasıyla yeni mezunların geçtiği dalgayı o gün orada olanlardan hatırlamayan kimse yoktur.

Lisedeyken bir günün geleceğini ve büyüyeceğimi biliyordum, fakat inanamıyordum açıkçası. Dersler yeterince zordu, hazırlık atlamıştım ve küçük muamelesi görmekteydim; bunlar buradan kurtuluşum olmadığına inanmam için yeterli sebeplerdi. Şimdi 2014'te oturmuş 2004'ü anıyorum, 2024 te olacaktır kesin.

Benim için liseye girmek en büyük hedefti. Çünkü dedem küçüklüğümden beri bana anlatırdı hep, lisede nasıl sınıfta kaldığını. Bu nedenle lisede sınıfta kalmaktan çok korkardım. Koskoca dedem bile sınıfta kalmış, düşünsenize?! (Halbuki sonra İTÜ'ye girip yüksek Makine Mühendisi olmuş ama çocukken kafa bir konuya takıldı mı takılıyor.)

Sonra 2007 yılında güzel dedeciğimi kaybettim. Keşke şu anki durumumu görebilseydi, umuyorum ki haberdar oluyordur bir şekilde. Hep türev integral çok önemli derdi, keşke o gitmeden önce bu konuları öğrenebilseydim.

2008'de ÖSS anamı ağlattı. 2009 da İTÜ Fizik Mühendisliği'nde dünyanın kaç bucak olduğunu anladım, lisedeki zorluk da neymiş? 2010'da hayat Ezgi'mle tanıştım ve işler toparlamaya başladı sanki. 2011 de İTÜ Fizik Mühendisliği Kulübü'yle arkadaşlarımı CERN'e götürdüm, öyle mutlu oldum ki bunu başardığıma. 2012'de projeler stajlar derken yazılıma yönelmeye karar verdim.

2013 ne seneydi ama! Mezun oldum, ALES tamam, TOEFL tamam, yüksek lisans tamam, üstüne de işe girdim!

Şimdi de nasıl bitecek bu yüksek lisans? diyerek bir yandan çalışıyorum. Geçim derdi diye bir olgu var hayatımda artık. Biraz da göbeğim çıktı, üstüne üstlük saçlarım gitmesin diye savaşmaktayım.  Dünya 14 yaşındaki benim düşündüğüm gibi hiç çıkmadı. Dünyada iş olmadığını o zamanlarda da sezinlemekteydim ama bu kadar dehşet verici bir yer olduğunu o zamanlar gerçekten fark etmemiştim, çocukluk işte. Bu ülke, bu dünya, gerçekten dehşet verici bir yer çıktı.

Demek böyle sürüp gidecek bu hayat, daha kaç on yıllar geçecek. Ben yine içimde o liseye yeni başlayan Hayri Can Akyel'in heyecanını içimde yaşatmaya devam edeceğim. 

Lisede en keyif aldığım şey, en sevdiğim şey, yeni bir parça keşfettiğimizde arkadaşlarımızla paylaşmanın ve birlikte dinlemenin heyecanını yaşamaktı. İşte şimdi sanki ilk defa dinliyor gibi, Pink Floyd - Time'ı aynı heyecanla paylaşıyorum:


Ticking away the moments that make up a dull day 
You fritter and waste the hours in an offhand way. 
Kicking around on a piece of ground in your home town 
Waiting for someone or something to show you the way. 

Tired of lying in the sunshine staying home to watch the rain. 
You are young and life is long and there is time to kill today. 
And then one day you find ten years have got behind you. 
No one told you when to run, you missed the starting gun. 

So you run and you run to catch up with the sun but it's sinking 
Racing around to come up behind you again. 
The sun is the same in a relative way but you're older, 
Shorter of breath and one day closer to death. 

Every year is getting shorter; never seem to find the time. 
Plans that either come to naught or half a page of scribbled lines 
Hanging on in quiet desperation is the English way 
The time is gone, the song is over, 
Thought I'd something more to say.

Home
Home again
I like to be here
When I can

When I come home
Cold and tired
It's good to warm my bones
Beside the fire

Far away
Across the field
Tolling on the iron bell
Calls the faithful to their knees
To hear the softly spoken magic spell

24 Eylül 2014 Çarşamba

Mesai Çıkışı Fizik ve Felsefe Düşünceleri

Bugün gece geç saatte mesaiden çıktım.

Yazımın asıl konusu olmamakla birlikte, öncelikle mesaiye kalma hakkında izlenimlerimi anlatmak istiyorum. Birçok insan mesaiye kalmaktan hoşlanmaz, doğrudur. Fakat ben mesaiye kalmayı lisanstayken gece ders çalışmaya çok benzetiyorum. Gündüze göre sessiz bir ortam olduğu için, kişi hem işine daha iyi odaklanabiliyor hem de aralarda düşüncelere dalabiliyor.


Şimdi konumuza dönelim. Geçtiğimiz günlerde babam sayesinde çok güzel bir özlü söz öğrendim:




'Physicists are made of atoms. A physicist is an attempt by an atom to understand itself.'


Michio Kaku





Bu sözün beni oldukça etkilediğini belirtmem gerek. Gerçekten çok doğru bir söz. Atomlar molekülleri, moleküller proteini, protein beyin hücrelerini oluşturduğuna göre, bizler bilinçli atomlarız. 


Geçtiğimiz hafta Discovery Channel'da paralel evrenler hakkında izlediğim belgeselde, şöyle bir fikir ortaya atıldı:


"Bir teoriye göre, sonsuz paralel evrenlerden oluşan bir katmanın içindeki evrenlerden birisi de bizimkisi olabilir.


Her evren kendi evrenimizin başka bir kopyası olacağı için, sonsuz farklı yaşamlara sahip olabiliriz. Bu evrende başaramadıklarımızı başka bir evrende başarmış olabiliriz. Tam tersi de mümkündür.


Örneğin, bu evrende gerçekleşmiş bir banka soygunu girişimi, başka bir evrende engellenmiş olabilir. Kendi evrenimizde yaşayan güvenlik görevlisinin beyin hücrelerinin içindeki atomlar bir miktar farklı bir durumda bulunuyor olsaydı, güvenlik görevlisi soygun girişimini daha erken fark edebilir, banka soygunu kendi evrenimizde de önlenebilirdi."


Bugün de mesaideyken hem çalışmış hem de ara sıra düşüncelere dalmıştım. Bu kafayla çantamı sırtlayıp, ofisten çıkıp metroya yürüdüm. Gece olduğu için seyrekleşmiş sefer tarifesi nedeniyle 6 dakika boyunca metronun gelmesini bekledim. Metroyu beklerken az yakınımda benimle birlikte bekleyen bir abimiz vardı. Bu abimiz üçgen vücutlu olmasından olsa gerek, beklerken yerinde duramıyordu. Bir ara beni sırtına alıp dolaştıracak diye düşünmedim değil.


Sonra metro geldi, vagona girdim, kapının hemen ucuna yaslandım. Kapı kapandı ve tam metro hareket etmek üzereydi ki, aklımdan şunu geçiriverdim:


"Az daha çantamın ucu kapıya sıkışıyordu. Çantam canlı bir varlık olsaydı ve kapıya sıkışmış olsaydı, pek eğlenceli bir yolculuk olmazdı onun için. Büyük ihtimalle metrodan inince bana okkalı bir küfür yapıştırırdı. 


Dur bir dakika! Tamam, çantam belki canlı bir varlık değil. Kapıya sıkıştığını fark edemiyor. Fakat yine de kapıya sıkışabilirdi, değil mi? Bir canlı değil ama bir madde olarak var olduğu için kapıya sıkışabiliyor. Kapıya sıkıştığını bilmiyor belki ama kapıya sıkışma eylemini bilinçsiz de olsa gerçekleştirebilir. Kapıya sıkışabilen bir şey, hiçbir şeyin farkında olmasa bile bazı şeyleri biliyordur. Hiçbir şey bilmese de Fizik kurallarına uymayı biliyordur."


Bir an için bilinç kavramını unutun. Hangi varlık bilinçliymiş, hangi varlık bilinçsizmiş bunu düşünmeyin. Bilinci bir kenara bırakırsak, canlı cansız bütün varlıkların atomdan oluştuğu gerçeğiyle karşı karşıya kalırız ve bütün atomların Fizik kanunlarına uyduğunu görürüz. 


Bütün atomlar Fizik kanunlarına nasıl uyuyor ve bu bilgi onlara nasıl işlenmiş? İşte tam da bu noktada şu sonuç ortaya çıkıyor: Aslında atom dediğimiz şey, evren dediğimiz şey bilginin ta kendisi. Her atom bir bilgi parçacığı ve kendi bilgi durumunda yaşıyor, aynı bir bilgisayar kodunun makine dilindeki 0 ve 1'leri gibi.


Bu atomlar makine dilindeki 0 ve 1'ler gibi tek başına düşünüldüğünde anlamsız ve işe yaramaz gibi gözüküyor. Fakat milyarlarca 0 ve 1 nasıl algoritmaları ve bu algoritmalar da bir yazılımı meydana getiriyorsa, atomlar da bilgi parçacıkları olarak maddeleri, maddeler organizmaları ve bilinci meydana getiriyor.


Biz insanlar belki de bilinci her şeyden ayrı ve üstün tuttuğumuz için bazı şeyleri ıskalıyor ve anlamıyoruz. Kendimizi çok şey biliyor zannediyoruz. Halbuki kendimizi oluşturan milyarlarca atomun her biri, bizim hala tam çözemediğimiz Fizik kanunlarını kusursuz yerine getiriyor.


Şimdiye kadar hep "Bu atomların bu şekilde davranmasını sağlayan güç nedir? Bu bilginin kaynağı nedir?" diye sorguladık. Belki de atomlar "Fizik kanunlarını uygulamayı bilen / uygulamayı öğretilmiş" parçacıklar değil, bilginin ta kendisi. 


"Ama atomlar fiziksel maddeler, sen fiziksel madde bilgiden oluşuyor diyorsun." dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, fakat biz insanlar fiziksel transistörün içine bilgi yüklemeyi başardık, fizik sandığımız şey felsefe sandığımız şeyin ta kendisi olamaz mı?




Not: Atomun iç yapısını oluşturan ve maddenin fiziksel özelliklerini belirleyen kuark'lar hakkında bilgi için:


http://tr.wikipedia.org/wiki/Kuark


23 Eylül 2014 Salı

Ürün Yorumları

E-ticaret dünyasında komiğime giden ürün yorumları:
- Ürün çok güzel gözüküyor, henüz elime geçmedi ama çok iyi gözüküyor eminim güzeldir.
- Alınabilir, daha kız arkadaşımın tepkisini görmedim ama beğendim.
- Bende bu ürün yok ama çok güzel bir ürüne benziyor eminim alan pişman olmaz.

Birebir üsttekilerin aynısı olmasa da, her zaman benzeri kalıpta yorumlar bulmak mümkün :D

2 Haziran 2014 Pazartesi

Hiçbir korkuya benzemez.

1959'dan bu yana ne değişti? Sadece Nazım Hikmet şiirinin öznesi.

Korku

Korkuyor Adnan Menderes 
ölülerden korkuyor. 
Kore dağlarından geliyor kimi 
apaçık gözleri dumanlı 
kaytan bıyıkları kanlı 
yaşları yirmi.

Korkuyor Adnan Menderes 
ölülerden korkuyor 
hele çocuk ölülerinden. 
Karınları davul gibi, boyunları çöpten ince, 
kırıyorlar Adnan Bey'in mutfak camlarını 
her gece mezarlarından çıkınca...

Korkuyor Adnan Menderes 
dirilerden korkuyor 
hele çarıklılardan 
hele kasketlilerden. 
Kasketliler hayını bağışlamayı bilmez.

Korkuyor Adnan Menderes 
kocaman yanakları 
sarkıyor yağlı, sarı. 
Korkuyor Adnan Menderes 
üç saata indi uykusu. 
Korkuyor Adnan Menderes 
hiçbir korkuya benzemez 
halkını satanın korkusu.

                                                    1959

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma

Bugün içimden sadece bunu paylaşmak geliyor.


eşeği saldım çayıra, 
otlaya karnın doyura 
gördüğü düşü hayıra 
yoranın da avradını

münkir münafıkın huyu, 

yıktı harap etti köyü 
mezarına bir tas suyu, 
dökenin de avradını

dağdan tahta indirenin, 

iskatına oturanın 
mezarına götürenin, 
imamın da avradını

derince kazın kuyusun, 

inim inim inlesin 
kefenin diken iğnesin, 
dikenin de avradını

müfsidin bir de gammazın, 

malı vardır da yemezin 
ikisin meyit namazın, 
kılanın da avradını

kazak abdal nutkeyledi, 

cümle halkı ta'neyledi 
sorarlarsa kim söyledi, 
soranın da avradını