23 Mayıs 2012 Çarşamba

Neden Blog? Neden "pek muteber" ?

Küçükken en sevdiğim halk ozanı Fuzuli idi. Yazdığı herhangi bir maniyi hatırlamıyorum, adıydı beni benden alan. Baki'yi de çok sevebilirdim, adam sonsuzluğun sembolü yapmış kendini, neden sevmedim?

Çünkü Fuzuli bana göre daha anlamlı, alaycı, muzur ve gerçekçiydi. Fuzuli ismiyle insanlara bir şeyler anlatmak istemiş diye düşünüyorum. İnsanlarla hem dalga geçmiş hem kafalarına bir şeyler belletmeye çalışmış. Hayat ve dünya da Fuzuli gibi değil mi? Anlamlı, alaycı, muzur, gerçekçi fakat aynı zamanda da gerçek anlamda fuzuli. Hayat gerçekten boş. Bomboş. Evren bomboş. İnsanlar içini doldurmaya çalışıyor kendi düşünceleriyle, o kadar.

Bütün bunları neden anlattım? Ben de bloguma Fuzuli'nin kendine seçtiği gibi bir isim seçmek istedim. İnsanlara pek çok şey anlatsın, bunu çok kısa bir iki kelimeyle yapsın. Hem muzur olsun, hem anlamlı, alaycı. Hem de boş.

Pek muteber. Orhan Veli'nin kendini anlatan şiirinde dediği gibi. Daha okurken kendisiyle alay ettiğini hissettiren iki kelime. Bence alaycılığı Türkçe'den daha iyi hissettirebilen bir dil yoktur.

Bu blog gerçekten "pek muteber".

Neden yazar olmaktan vazgeçtim biliyor musunuz? İnsanlar kendilerini bile anlayamıyorlar. Beni nasıl anlasınlar? Ben bile kendimi anlayamıyorum bazen. Bazen kendi içimde bile iki kişi olup kendime karşıdan başka biriymiş gibi baktığım zamanlar oluyor. İşte bu nedenle bu blogu da kimse bilmesin. Anca internette arama yaparken şansa rastlayanlar okusun. Veya beni işe alacak İK uzmanı şöyle bir göz gezdirsin çok istiyorsa. Birilerinin yazdıklarını okuması tabi ki herkese olduğu gibi bana da gurur verir. Ama olsun. Kimsenin gözüne zorla sokmayacağım burayı. Çocuğuma, özellikle torunuma miras olsun bu yazılar. Bir de gelecekteki bana.

Bu kadar.

İşin Sırrı Nerede Yatıyor?

Hava boğucu nemli bu günlerde. Bir de finaller geldi. Üstüne üstlük 2 gün önce Zeki dedem fenalaştı, tansiyonu yükselmiş. O da yetmedi, evde boya badana yapılıyor. Bu nedenle de dedemin kitaplığını boşaltıp gereksiz kitapları atmak, gerekli olanları ayırmak gerekti.

Meğer dedem İş Güvenliği Derneği'nin kurucusuymuş. Kulüp dernek ıvır zıvır konularında kime çektiğimi merak ediyordum ben de. Çocukken insan dedesinin ölebileceğini veya dedesinin önceden ne işlerle meşgul olduğunu düşünmüyor. Dedesi dünyayı kurtarsa ne fark eder, onun için biricik dedesi sonuçta; onun için önemli olan o. Torun sahibi olma şansım olursa ona bir gün öleceğimi iyi bir şekilde anlatmak isterim. Korkutmadan, fakat bilinçli bir şekilde. Öldükten sonra torunum arkamdan kendini pişman hissetsin istemem. Benim dedem de benzeri bir şey yaşamış: Onun dedesi Kurtuluş Savaşı anılarını asla ona anlatmazmış, hepsi savaşla alakalı diye. O da gizli gizli dinler, Yunanlıların esaretinden nasıl kurtulduklarını, bir köprüyü nasıl havaya uçurduklarını duymaya çalışırmış. O da bu sebeple bana aklına gelen bütün anılarını anlatmaya çalışırdı. O zamanlar sürekli odaklanamaz sıkılırdım; fakat ayıp olmasın diye her zaman dinlemeye çalışırdım, şimdi olsa nasıl da dinlerim pür dikkat.

Kim bilir, belki torunum 2072 yılında bu yazımı okuyup içinden gülümseyecek o da. Tıpkı benim bugün dedemden kalan şeyleri görünce yaptığım gibi.

Bu dergi de, dedemin arşivinden çıktı. 1948 yılı "Arı" dergisi. 2. Dünya Savaşı biteli 3 yıl olmuş daha, Atatürk öleli 10 yıl. Annemin doğmasına 12, babamın doğmasına 5 yıl var. Dedem 23, anneannem 16 yaşında. Daha Türkiye'de hiç darbe olmamış, terör hiç başlamamış. İnsanların cebinde ekmek yok belki ama umutları var. İsmet İnönü'nün dediği gibi, babasız da kalmamışlar.(*)

Şu sıralar idrak ettiğim başka bir şey ise: bir evliliği aile yapan bence doğan çocuk veya çocuklardır.

Küçükken benim için ailem bir bütün olarak gözüktüğünden, bazı şeyleri anlamam 22 yıl geçmesini gerektirdi. Mesela, benim dedemle olan bağım babamın dedemle olan bağından farklıydı aslında. Çünkü babam damattı, aileye sonradan katılmıştı. Küçükken bunları anlamak zor, herkes sana aynı sıcaklıkla davranıyor. Yani demek istediğim şu: bir kişinin kız arkadaşıyla kız arkadaşının babasının ilişkisi nasılsa, bir zamanlar babamla dedem de öyleymiş aslında. Tabi çocukken insan bunları fark edemiyor.

Dediğim gibi, çocuk doğunca aile bağlarının daha güçlendiğine ve ailenin o zaman oluştuğuna inanıyorum bu nedenle. Bunu fark etmek sana ne kazandırdı derseniz, esasen hayatımda büyük bir değişiklik olmadı fakat bana oldukça ilginç geliyor babamla dedemin veya annemle babaannemin aslında eskiden birbirlerini tanımadıklarını fark etmek :D

Bir de finaller var demiştik. Pazartesi günkü Fizmat 2 finaline girmedim, çalışamadım çünkü hiç. Güz döneminde çok yorulup sömestr tatilinde Avrupa seyahati yapınca zaten pilim bitik ve hasta başladığım Bahar dönemine iyi bile dayandım. Yarın Termodinamik var, yine uykusuzluk yolları gözüktü; sınav 9'da çünkü. Gerisi önemli değil de haftaya Çarşamba günkü Kuantum 2'yi geçsem çok iyi olacak. Toplam puanın yarısını alabilsem yetiyor, alayım bitsin gitsin.

Daha çok şey yazmak isterim fakat bu blogu niye yazdığım konusunda bir açıklık getirmek istiyorum. Ya da hadi bu açıklığı sonraki yazımda getireyim. Bu yazıyı çok güzel yazılmış ve Türkçe'ye çok güzel çevrilmiş birkaç cümleyle bitiriyorum:

İşin sırrı şunda yatıyor; herkes kaybedebilir, kaybetmek yeteneklerin en kolayıdır. Mahvolmuş hayatlar olağandır, bilgeler için de ahmaklar için de. İnsanlar yorgun, hayat tarafından cezalandırılmış, ya sevgiyle ya da sevgisizlikle sakatlanmış. Her zaman olumsuz olmakla suçlandım. Çamur atma sanatından başka bir şey değildir olumsuzluk. Zayıflıktır bence. " Her şey yanlış !, Her şey yanlış!!" demekten başka bir şey değildir. "Bu doğru değil!" "O doğru değil!" İnsanın o anda olup bitene uyum sağlamasına engel olan bir zayıflıktır olumsuzluk. Evet, kesinlikle zayıflıktır, aynı iyimserlik gibi. "Güneş parlıyor, kuşlar ötüyor, gülümse." O da palavra. Gerçek ikisinin arasında bir yerde yatıyor. Her şey olması gerektiği gibi. Baş etmeye hazır değilsen… Geçmiş olsun..

Charles Bukowski

(*) http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=ekmeksiz+b%C4%B1rakt%C4%B1m+ama+babas%C4%B1z+b%C4%B1rakmad%C4%B1m

8 Mayıs 2012 Salı

Kariyer = Modern Kölelik

Uzun zaman oldu yazmayalı. Benim, ülkemin ve dünyamın başından neler neler geçti.

Çok sık yazamıyorum doğrudur. Okuyan var mı onu da bilmiyorum, her ne kadar toplamda 300 küsur ziyaret olmuş olsa da. Bugün yine bir konuda içimi dökeceğim, kim okumak isterse ona; belki de bu yazıyı okuyacak olan gelecekteki bana.

"Mutlaka bir blog açın!" diyordu okuluma gelen İK uzmanı; "Blog sizin gerçekten yaşadığınızı, araştırdığınızı ve değerli bir kişi olduğunuzu gösterir."

Fazla uçlarda dolaşmadığı sürece siyasi görüşlerimizden de bahsedebilirmişiz, zira bu da düşünen ve olayları irdeleyen bir kişi olduğumuzu gösterirmiş.

Ne zamandır şirketler için yaşıyoruz? Ne oldu da bir yandan gereksiz zor bölümümü bitirmeye çalışırken kendimi bu iş edinme karmaşası içinde buldum? Kadıköy Anadolu Lisesi'ne yeniden girmiş olsaydım, bu sene tekrar mezun oluyordum. Lisedeki ilk günüm dün gibi gözümün önünde halbuki.

Efendim konuyu fazla uzatmadan ve ajitasyon yapmadan sadede gelelim. Kariyer sitelerinde şirketler özensizce koydukları staj ilanlarıyla sözümona "nitelikli" stajyer arıyorlar. Niteliğin ne demek olduğunu anlamış değilim. İş hayatında ortalamanın, belli kısıtlamalar altında da olsa bitirilen bölümün önemi olmadığı; kişinin kendini nasıl geliştirdiği ve ne projeler yaptığı önemlidir denir hep. Bu kariyer siteleri, benim güzel ve yalnız bölümüm gibi pek fazla bilinmedik bölümleri kafadan eliyorlar. Büyük şirketlerin çoğuna kapımız daha mülakatta şansımızı gösterme fırsatı yakalamadan kapanıyor böylece. Geriye kalan iki seçenek: Orta ve küçük ölçekte şirketleri araştırıp birebir temasa geçmek veya tanıdık -eski ifadesiyle torpil- bulmaya çalışmak.

Birebir temas her zaman tahmin edildiği gibi olmuyor. Bu durumda da genellikle kimse sizinle muhatap olmuyor. Olanlar derdinizi çoğunlukla anlamıyor, anlayanların da durum işine gelmiyor. Kısacası buradan da başarı elde etmek genellikle mümkün olmuyor.

Tanıdık olayı daha da felaket. Sanki öğrenim hayatımızda hiçbir çaba göstermemişiz de bütün her şeyimiz bu staja bağlıymış gibi bir pozisyona düşülüyor. "Tanıdık .. kişisi çok sevdiğimiz bir kişi olamsaydı yapmazdık da işte.." ile başlayan cümleler tanıdığı övmek amaçlı mı stajyer adayını yermek amaçlı mı belli değil. Her ne olursa olsun insanda şevk bırakmıyor.

Bir arkadaşımın dediği gibi: "2. sınıf olsak daha küçüksün derler almazlar, son sınıf olsak şimdiye kadar niye tecrübe edinmedin derler almazlar."

Farkındaysanız şimdiye kadar anlattıklarım sadece staj bulma çabalarından ibaret. Stajın niteliği, kişinin ihtiyaçlarıyla uyuşup uyuşmadığı gibi konular ikinci üçüncü hatta sonuncu planda kalıyor. Tüm bunların sonunda da ülkemizde neden işsizlik düşmüyor, nitelikli eleman neden çıkmıyor deniyor.

Düşünün; bu anlattığım sadece staj. 1 aylık, çoğu öğrenciye hiçbir şey katmayan - çoğu zaman da bizim katmadığını sandığımız - kısacık süren ve firmayı bağlamayan bir tek staj. Bunun için bile canımız çıktığı halde mezun olduktan sonra başımıza gelecekleri tahmin bile edemiyor ve yazımın sonuna doğru tekrar belirtmek istiyorum: Kariyer = Modern Kölelik

Neden en büyük hayalim bir şirketin bilmem kaçıncı seviyede konumuna gelmek olsun ki? Neden hayatta en çok bunu isteyeyim? Ben seçtiğim sektörlerden birinde işimi düzgün yapabileceğim bir uzmanlık alanım olsun istiyorum sadece, daha fazlasını değil. Hayatta benim için daha önemli şeyler de var; insanları mutlu etmek, güzel bir yuva kurmak, ülkemin gelişmesine katkıda bulunmak gibi.

Bu serzenişlerle dolu yazımı pek sevgili J. D. Salinger'ın Catcher in the Rye romanından Holden Caulfield'ın sözleriyle bitiriyorum:

"Life is a game, boy. Life is a game that one plays according to the rules." "Yes, sir. I know it is. I know it." Game, my ass. Some game. If you get on the side where all the hot-shots are, then it's a game, all right — I'll admit that. But if you get on the other side, where there aren't any hot-shots, then what's a game about it? Nothing. No game.

Not: Eğer beni blog yazıyorum diye işe alacaksanız nolur almayın sayın İK müdürleri, olur mu? Yüzüme bakın, beni tanımaya çalışın ve öyle alın.